YARIM KALMIŞ ROMANIMDAN BİR BÖLÜM (2)
GÖZLER MERMİ GİBİ KULLANMAK İÇİN DEĞİLDİ
Selim'le Hikmet buluştular. Selim'in her zaman takıldığı çay bahçesine doğru yol aldılar beraberce. Atatürk Bulvarı'nın oradaki üst geçite yöneldiler. Bir demir yığınıydı şehrin hemen merkezindeki, en fazla kullanılan üst geçit. Her gün yüzlerce kişi kullanıyordu. Buna rağmen ne bir asansör ne de bir düz geçit vardı engelli insanlar için. Yapılmamıştı vaktinde. Belki de engelli vatandaşlar hesaba katılmamıştı. Onlar toplumdan sayılmıyorlardı belki de yöneticiler tarafından, kim bilirdi.
Üst geçiti ağır usul çıktı Selim'le Hikmet. Geçitin sonunda merdivenlerden aşağı inmeden durdu bir an Selim, birkaç saniyeliğine. Şöyle bir baktı masmavi gökyüzüne, onlara ve Karadeniz'e selamlarını sunan o maviliğe.
"N'oldu, neden durdun?" diye sordu Hikmet. Merak etmişti bir an. "Deli mi bu Selim?" diye geçirdi aklından. Bu zamanlarda halleri pek de aklı selim insan halleri değildi. Ama olsundu. Aldırış etmiyordu Selim.
"Hikmet" dedi derin bir iç çekerek. "Şu gökyüzünü görüyor musun, şu karşıdaki heybetli dağları? Ne güzel de vuruyor güneş o dağın yamaçlarına"
"N'olmuş vuruyorsa?" dedi Hikmet, yüzünde müstehzi bir gülümsemeyle.
"Tüm bunlarda Allah'ın büyüklüğünü, varlığını ve de rahmetini duyumsamıyor musun? Ben duyumsuyor ve hissediyorum. İşte bu yüzden burada hep dururum birkaç saniyeliğine. Bakarım gökyüzüne, çekerim derin bir nefes ve şükrederim Rabb'ime verdiği tüm nimetler için. Bir nevi tefekkür yaparım. Yani derin düşüncelere dalarım bir anlığına. Tefekkür de ibadettir derler çünkü. Bu da bir huzur verir bana"
Hiç böyle düşünmemişti Hikmet. O, o kadar kaptırmıştı ki dünyevi hayatın akışına kendini, zihni engellemişti bu şekilde düşünmesini. O zihin ki hep dünyevi olana odaklanırdı. İnsan zihinle bakarken etrafına, kalp gözünü açamazdı. "Haklısın" dedi Selim'e, başıyla onaylayarak.
İndiler üst geçitten, karşıya sahile geçmişlerdi. Yarısı bir başka, yarısı daha başka afili bir mimarisi olan 3 yıldızlı otelin önünden geçtiler. Otel, tarihi bir yapı restore edilerek üzerine yapılmıştı. Orijinalliği bozulmasın diye farklı inşa edilmişti dış yapısı.
Otelin önünden geçerek, arkasında yer alan o çay bahçesine, Taşbaşı Parkı'na, gelmişlerdi. Geçtiler arkalarda bir masaya. Selim'in her geldiğinde pineklediği o masaya. Kocaman ağaçların himayesi altında gibiydi masa ve sandalyeler. Eski birkaç salıncak ve sarı renkli bir kaydıraktan oluşan küçük bir çocuk parkı da vardı çay bahçesinde. Cıvıl cıvıl oynaşıyorlardı çocuklar bu çocuk parkında, her ne kadar küçücük olsa da.
Çay bahçesinin garsonu tanıyordu Selim'i. Otuzlu yaşlarda, orta boylu, kirli sakallı irice biriydi. Geldi hemen yanlarına Zeki, siparişlerini almak için. Hep çay içerdi Selim; ama bu kez ada çayı istedi. Hikmet de çay söyledi.
"Çok merak ediyorum Hikmet, bir insan samimiyetsiz duygularla neden birine gözlerin sıcacıktı der ki? Neden onun gözlerinden kalbine akar ki?" dedi Selim, yer yer kırlaşmış saçlarına ellerini götürerek. İçine oturmuş, bir kor gibi yakmıştı kocaman bedenine bile sığmayan kalbini, o ne idüğü belirsiz kızın yaptıkları.
"Gözlerin sıcacıktı derken, üşümüştür belki de o kız" diye cevap verdi Hikmet. "Sende ısınacağını ummuştur belki de. Bu tip insanlar zerre düşünmezler karşıdakinin hislerini. Egoistçe davranırlar, sırf kendileri için. Bu yüzden yüreğini yakacak olarak kullandırmamalı insan, başkalarına ısınması için"
"Olur mu öyle şey, Hikmet? İnsan bir başkasının üzerinden nasıl duygularını tatmin edebilir, onunla tensel yaklaşımla bazı hormonlarını nasıl bastırabilir ki? Bunun adı... Neyse işte sen anladın bunun adının ne olduğunu"
"Adının ne olduğu önemli değil, Selim. Ama oluyor öyle şeyler. Kimisi para için yapar, kimisi zevk için. Ama sen en doğrusunu yaptın nefsine sahip olmakla. Bunun mükâfatı elbet çıkacak karşına. Bir söz okumuştum 'Elif Gibi Sevmek' kitabında. 'Kaçındığın her haram sevda, helaline yaklaştırır' diyordu Hikmet Anıl Öztekin"
"Halbuki ben onda kendimi görmüştüm sanki, Hikmet. Sanki benim diğer yarım gibiydi, öyle hissetmiştim. Samimiyetine inanmıştım. Kendim olabiliyordum, kendimi çok iyi hissediyordum onun yanında"
"Yanındayken kendini iyi hissettiğin insanlar bağımlılık yapar, derler. Aslında hiç de iyi bir durum değildir bu, Selim. Yanındayken sana kendini iyi hissettiren insanlar bir anda, sebepsiz giderler çünkü. Giderlerken de seni bağımlılığına alıştırdıkları o karışımı da alır götürürler yanlarında. İşte bu yüzden bir musibettir insana da bağımlılık, derim ben. Bu durumda ancak üç şey yapmaya çalışabilirsin, Selim: Güvenmeyeceksin, inanmayacaksın, sahiplenmeyeceksin. Güvenmezsen inanmazsın, inanmazsan sahiplenmezsin, sahiplenmezsen de bağımlı olmazsın çünkü. Sorarsan bunları nasıl becereceksin diye? Sana derim, darbeleri yiye yiye. Her şey bir tecrübedir çünkü ve tecrübeler yaşanmadan edinilmezler. Her yaşanmışlığın da insana öğrettiği bir ders vardır muhakkak"
Gözleri uzaklara dalmıştı Selim'in, Hikmet'in bu söylediklerinden sonra. Uzun uzun baktı sonu görünmeyen denizin güneş vurmuş parıltılarına. Ne düşünüyordu o esnada Allah bilirdi. Birden şunlar döküldü efkârla büzülmüş dudaklarının arasından: "Gözler bakılmak içindi, Hikmet. Gönülden gönüle köprü kurmak içindi. Derinden derine vurulmak içindi. Mermi gibi kullanmak için değildi"
"Demek ki bu zamanda mermi gibi kullanılır olmuş o gözler. Hem merak etme. Bir gün başka hayatlarda figüran olduğunda anlayacak, sendeyken başrolde oynamanın kıymetini, Selim. Takma kafana hadi çaylarımızı içelim"