BİR GÜN GERÇEKLEŞECEK OLAN KÂBUS
Bir çayıra uzanmış, sere serpe yatıyordum. Etrafı seyrediyor, derin derin soluyordum tertemiz havayı. Heybetli bir çınar ağacının altındaydım. Dalları adaleli bir kol misali koruyordu sanki beni. Güvende hissettim o an kendimi.
Ne kadar da olmuştu bir çınar ağacının gölgesi altına girmeyeli. İnsanı koruyup kollayan, sarıp sarmalayan kişi bir kuş gibi uçup gittikten sonra o sonsuz âleme, yorulduğunda dalları altında gölgelenebileceğin bir dayanak da olmuyordu etrafında.
Uzanırken yeşilimsi çayırda, bu kez semaverim de vardı yanımda. Ne düşünüyordum o esnada? Kendimi mi, ağaçları mı, cıvıldayan kuşları mı, hayatı mı yoksa kan emici insanları mı?
Gözlerim ilişti bir anda karşıda bir asker taburu gibi sıra sıra dizilmiş dağlara. O da neydi öyle? Parıl parıl parlarken her yer, aniden küsüverdi güneş oyunbozan mızmız bir çocuk gibi. Sis bulutları kaplamaya başladı dağların üzerini. Selam durdu dağlar da onlara.
Neden böyle olmuştu ki şimdi? Neden oyunbozanlık etmişti ki güneş? O bile sırtını dönmüştü herhalde bana. O da oynuyordu benimle.
Çıkardım cebimde buruş buruş olmuş sigara paketimi. Çektim içinden bir tane, attım paketi kenara.
Toprak kokulu basit bir ilkbahar akşamını özlüyordum. Toprak kokusu kendine çekiyordu çünkü insanı. Nasıl çekmesindi ki. İnsanın hammaddesiydi.
Özlerken o toprak kokulu ilkbahar akşamını, birden kara kaplı defter gibi kaplanmaya başladı gözbebeklerim. Kararmış, zifiri bir karanlığa bürünmüştü her yer. Bir aydınlık beliriverdi aniden bir flaşın ortamı ışıtması gibi.
Bir yol belirdi karşımda. Her iki yanı görkemli ağaçlarla örtülü uzun bir yoldu bu. Nereye uzanıyordu acaba, nereye varıyordu sonu?
Yerimden usulca doğrulup kalkmaya yeltendim. Yapamadım, kalkamadım. Gözlerimi kısarak bakışlarımı diktim sadece, sonu gözükmeyen o yola. Bir ışık huzmesi belirdi birden. Neydi ki bu şimdi? Durduk yere nereden çıkmıştı? Saniyeler ilerlerken hızlı adımlarla yaklaşıyordu ışık huzmesi sabırsızca. Seçebiliyordum yaklaştıkça. Karalara bürünmüş, yüzü belirsizdi. İnsana benzemiyordu. Sırtında iki yana uzanan kanatları vardı. Gözleri alev kırmızısıydı. Bir şeyler anlatıyor gibiydi gözleri. Cehennemi çağrıştırıyordu sanki. O yaklaştıkça ben ürperiyor, organlarımı bir mengene sıkıyordu. O sıkıyordu, ben parçalanıyordum adeta.
Yanıma yaklaştı sonra. Gözlerimin içine dikti alev kırmızısı bakışlarını. Omuzuma koydu ellerini. Yanağıma dokundu uysalca. Kanım çekilir gibi oldu birden. Ruhum terk ediyordu bedenimi anlaşılan. Öyle miydi sahiden? Bırakıyor muydu bu soğuk bedeni? Bulutların üzerinde gördüm onu, o anda inandım terk ettiğini. Güneşin gökyüzünü bırakması gibiydi sanki. Tek fark vardı arada: Gökyüzü kavuşacaktı yarın güneşine.
Boncuk boncuk damlalar akmaya başlamıştı yüzümde birbirine paralel uzanan dudaklarımın kenarından. Öyle bir uyanışım vardı ki o derin uykumdan, kan ter içinde kalmıştım gördüğüm kâbustan. Evet, bir kâbustu bu. Bir gün gerçekleşecek olan bir kâbus.
Hayri Temür